Ana Sayfa
Mobil Cihaz Terimler sözlüğü
PC Dosya Uzantı ve Anlamları
----
Bel Fıtığı ( Hernial Disk)
Elbistan İlini Tanıyalım
Google de Arama Yapma
Ziyaretçi
Otomotiv Sektörü Kısaltmalar
İl Telefon Kodları
KPSS Güncel Soru
Dini Konular
=> Namaz Dua ve Sureleri
=> Aleviliğin Doğuşu
=> Kurban ve Kurban Bayramı
=> Tevbe
=> Nazar (Göz Değmesi)
=> Ateizm
=> 40 Hadis
=> Peygamberimizin Şemaili
=> Ögütler
=> Günlük Dualar
=> Cehennem
=> İnşirah Suresi
=> Ebabiller
=> İmam Şibli
Inkılap Tarihi
Genel Tarih
Bana ulaşın


SAPKIN MEZHEPLER ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU:
 

Mezhep, izlemek, gidilen yol demektir. Bir müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine özgü kural ve yöntemlerle oluşturduğu inanç sistemidir.

*Hz. Peygamber (s.a.v), hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf yoktu. Dinin usul ve füruunda sahabilerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber'e sorar, o da açıklardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllarında da herhangi bir ihtilaf çıkmamıştı. Sahabe ve tabiin devirlerinde akaidde bir mesele çıkarsa, hemen güvenilir âlimlere müracaat olunur, hükmü alınır, ihtilafın çıkmasına fırsat verilmezdi.

 *Hz. Peygamber (s.a.s.) Muaz İbn Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken ona sordu:

 "Ne ile hükmedeceksin?" O da "Allah'ın kitabıyla" "-Onda bulamazsan." Muaz: "Rasulullah'ın sünnetiyle hükmederim" dedi- "Bunların herikisinde de bulamazsan ne yaparsın." diye sorunca, Muaz: "O zaman re'yimle içtihad ederim." dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak "Rasulünün elçisini, rasulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun " dedi (Ebû Dâvûd, Ahmed b. Hanbel)

 *İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

(Hadis-i şerifte, Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır, yetmiş ikisi Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir.buyuruldu. Bu fırkaya Ehl-i sünnet denir. [C.2, m.67]

*Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: 

Fakat onlar, (dînin) emirlerini kendi aralarında kısımlara (fırkalara) ayırarak böldüler. Grupların hepsi, kendilerindeki (kabul ettikleri) ile ferahlanırlar. [Müminun 53]

 *Bir kimse, kendi başına Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri okuyup da doğru yolu bulamaz. İşin ehli olan âlimlere ihtiyaç vardır. 72 sahte altının içine bir tane hakiki altın konsa, bunu sarraflardan başkası anlayamadığı gibi, 73 fırkadan hangisinin doğru olduğunu da ancak Ehl-i sünnet âlimleri anlar.

Akıl ile doğruyu bulmaya çalışırsak bu çok güç, hatta imkânsızdır. Her fırkadaki insan, “Bu fırka doğru yolda” diyor. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Her fırkaya girenler de, aklına göre bu fırkaları tercih etmiştir. Akla uyulursa, insan sayısı kadar fırka meydana çıkar.

Piyasada birçok kitap, birçok grup var. Bunlar için bizim iyi veya kötü dememizin bir kıymeti yok. Yani bir insan biz iyi deyince iyi olmaz, biz kötü deyince kötü olmaz. Şahıs ismi kitap ismi önemli değil. Binlerce âlim ve kitap var. Elimizde ölçü olursa rahat ederiz, kendimiz anlarız. Ölçüyü imam-ı Rabbani hazretleri veriyor:

Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her mana, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an ve sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddia eder. Yarım aklı, kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felakete gider. Âyet-i kerimede, (Kur’an-ı kerimde bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete ulaştırır) buyuruluyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri manalar doğrudur, bunlara uymayanlar yanlıştır.) [1/ 286]

Demek ki doğru olmanın ölçüsü, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uymasıdır.

Yine Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:

Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Bunun için, Ya Rabbi, sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru diye dua etmeli, istihare yapmalı! Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.

Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, Ona sığınmalıdır. Kuran-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

 “Ve Bizim uğrumuzda (nefsleri ile ve Allah'ın düşmanları ile) cihad edenleri, mutlaka Bizim yollarımıza (Sıratı Mustakîmler'e) hidayet ederiz (ulaştırırız). Ve muhakkak ki Allah, mutlaka muhsinlerle beraberdir. [Ankebut 69]

 “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. [Şûra 13]

 “Bu Kitab'ın indirilişi, Azîz (yüce ve üstün) ve Hakîm (hikmet ve hüküm sahibi) olan Allah tarafındandır. “ [Zümer 20]

 Şu anda çeşitli gruplardaki insanların da, böyle dua etmekten çekinmemeleri gerekir. Hâşâ Allahü teâlâ yanlış bir iş yapmaz. Belki yanlış yolda olabilirim diye düşünerek, Ya Rabbi kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle diye dua etmelidir. Eğer doğru yolda ise, duanın bir zararı olmaz. Yanlış yolda ise, ihlâsla yaptığı dua sebebiyle doğruya kavuşmuş, kurtulmuş olur. Böyle dua etmekten çekinmemelidir.

 Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe’ye gitmek için niyet edip Paris’e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe’ye varamaz.

 *Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlâslı ibadetler sağına konan 0 [sıfır] rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlâssız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikad doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlâsına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir.

Bütün dünya bize verilse, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün dertler bize verilse, itikadımız doğru ise, üzülmek gerekmez. Doğru itikadın Ehl-i sünnet vel-cemaat olduğunu İslam âlimleri ittifakla bildirmişlerdir

 İslamda Kur'an ve Sünneti esas alan ve tabileri bulunan 4 hak mezhep vardır:

Hadis-i şerifte, Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır, yetmiş ikisi Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir. buyuruldu. Bu fırkaya Ehl-i sünnet denir. [C.2, m.67]

1-Hanefiyye,
2-Şafiyye,

3-Malikiyye,

4-Hanbeliyye,

Bidat Mezhepler:  

*Hz. Osman'ın şehadetinden sonra tehlikeli olan siyasi ihtilaflar çıkmaya başladı. Özellikle hakem olayından sonra İslâm'da ilk siyâsî ayrılık ve bid'at mezhepleri kendilerini gösterdiler. İlk çıkan mezhepler siyası mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüşlerdi. 

1-Şiiler: Hz. Ali'nin yanında yer alan sahabe ve tabi olanlardır.
2-Hariciler: Hakem olayına itiraz edip Hz. Ali'nin ordusundan ayrılanlardır.

3-Emeviler: Hz. Osman'a sevgi besleyip Muaviye tarafını tutanlardır.

 *Hz. Ali'nin vefatından sonra İbn Ömer, İbn Abbas gibi daha bir kısım sahabe hayatta iken akaidde meydana gelen ilk bid'at mezhepi, Kaderiyye olmuştur. Kader kulun ihtiyar ve iradesi hakkında, kulun tam ve mutlak bir iradesi olduğunu, kaderin bulunmadığı fikrini ortaya atmışlar ve o zaman hayatta olan İbn Ömer ve İbn Abbas, bu fikirlere karşı çıkarak bunları şiddetle kınamışlardır.

 *Dinde ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid'at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslam ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra, ashabın yolunda giden Ehl-i Sünnetin karşısında olan beş ayrı ana bid'at mezhepi ortaya çıkmıştır ki bunlar ileride zuhur edecek diğer bid'at mezheplerine kaynaklık etmişlerdir.

 1-Hariciler,
2-Kaderiyyeciler,

3-Cebriyyeciler (Cehmiyye),

4-Şia (Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye)

5-Mürcie'dir.

Bidat mezheplerin genel özellikleri:

 1-Müslümanların büyük kalabalığından, ehl-i İslâmın büyük çoğunluğundan ayrılmak.
(Sahabiler ve büyük müçtehid imamların yolundan gidenler, müslümanların büyük kalabalığını teşkil ederler. Bunlara da sünnîler denilir.)

2- Kendi heva ve heveslerine tabi olmak. Delilsiz takib edilen yollar eğridir ve bid'at yoludur.

3-Mütevatir hadisten başkasını kabul etmemek küfre götürmezse de sahih hadisleri kabul etmemek eğrilik ve sapıklığa götürür.

4-Kitab ve Sünnet'te bulunmayan bir kavli veya bir fiili şer'î ve dini olarak ortaya attıklarında, halkı bunu kabul etmeye zorlamak, halkı buna uyması için baskı yapmak.

5- Kur'an'ın muhkemini bırakıp müteşabihlerine tabi olmak ve muhkem âyetleri de delilsiz keyfi olarak te'vil etmek.

6- Hüküm çıkarırken Kur'anın bütünlüğüne riayet etmemek. Halbuki Kur'an'ın birbirleriyle çelişen hiç bir âyeti yoktur. "Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan pek çok şeyler bulurlardı" (Nisa, 4/82).

7- Zarurat-ı diniyyeden birini veya bir kaçını inkâr etmek, iman esaslarının zıddı olan bir takım inançlar taşımaları sebebiyle bazı mezhepler küfre düşmüşlerdir.

 ŞÎA (Şiilik):

Hz. Peygamber'in vefatından sonra İmametin Hz. Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adıdır. Şiilik, Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip başkalarını o makama müstehak görmezler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia ederler.

Şiî kolları arasında doğrudan doğruya küfrü dillendiren bir sınıf, Cebrail'in, şaşırıp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.
Ancak Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi aşırı sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiilik te vardır bunlar Kıble Ehli sayılır Şiilerden mutedil diye sıfatlandırdığımız, Hz Ali'yi üstün tutma yolunda olsa da büyük sahabileri tasdik; ve Allahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar hariç, gerisi, küfür tek bir millettir (El'küfrü milletün vâhide) hükmü altındadır.

 Şîa kelimesi Arapcada fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik yerlerde geçen bu kelime Arapçada daha çok taraftar anlamında kullanılmıştır. Genel olarak Hz Osman’ın öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Hz Ali tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere denildiği görülmektedir Şîa kelimesinin bu manada kullanılışı genel olarak Hz. Hüseyin'in 681 tarihinde Kerbelâ'da şehid edilişinden sonraya kadar devam etmiştir.

Şîa diger fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir.

 Şiiliğin Doğuşu:

Yahudilerin tesiriyle İslâmda ilk defa büyük sapık kol Şiîlik, Haricilerin kurduğu baş kaldırma zemini üzerinde itikadî hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur. İslâmî temsil kadrosunu lekeleyen üç tesir vardır:

1-Yahudiler 
2-Bizans

3-Fars Bâtıniliği

 Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafından takdir edilen, yiğitlik, kahramanlık, ilim ve takva gibi şahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir. Onun bu özelliklerinden dolayı bazı sahabîler tarafından beğenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir bağlılık ve samimi bir dostluk ifade etmektedir.

Hz. Peygamber'in ashabından bazılarını takdir eden ifâdeler kullanması ve onlara iltifatı düşünüldüğünde sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmediği de görülür. Bütün bunlar dikkate alındığı takdirde Hz. Ali devri de dâhil Hulefâyı Raşidin devrinde, dostluk ve sevgi izharı ötesinde bir mezhepî gruplaşma olmadığı anlaşılır. Bu açıdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir.

Şîa en erken, Hz. Hüseyin'in şehâdetinden sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır. Hz. Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir.

 Safevilerin kurulmasıyla İmamiyye kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur. Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilân etmesiyle bu mezhepe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarını bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Alevîliği sokan Farslar İslâmı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibidirler. Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış, ezana ilaveler yapılmıştır. Şîa, Ayetullah Humeynî'nin çabalarıyla 1979 yılından itibaren İran'da hâkim kılınmış ve mezhepin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarını usuluddin olarak kabul eden bu fırka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir şii firkası olarak kabul edilir. Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahı hariç Ehl-i Sünnet fıkhı ile cüz'i ayrılıklar göstermektedir. Günümüzde İran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhepin mensupları Şîa'nın büyük ekseriyetini teşkil etmektedirler .

Şiiliğe göre Hz Ali, Tanrı'nın dostu anlamında velidir. Buysa onu sadece bir peygamber olan Muhammed'e üstün kılar. Hz Ali'nin tanrılığı, Abd Allah b. Saba'nın kendisine, tanrı'nın niteliklerinden biri olan Hz Ali niteliğini kasdederek "sen osun" demesiyle filizlenmiştir. İmamlığı da, peygamberin : "Ben kimin efendisiysem Hz Ali de onun efendisidir" sözüne dayanır. Gizemcilik, Hz Ali 'nin şu sözlerinden güçlenmiştir : "Ben her akşam peygamberin evine giderim. Peygamber birçok ayetleri bana yazdırır, gizli anlamlarını açıklardı".

 Çeşitli sapık Düşünceleri:

-İsna Aşeriyye adı altında Hazreti Ali soyundan 12 İmam nazariyesini güdüp bu imamlardan onikincisini gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi'yi temsil ettiğini ve hepsini birden insanüstü sayanlar.
-Tenasühe yani ölümden sonra ruhun başka cesetlerde ortaya çıkacağına inananlar;

-Allah'ı insan şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali'ye geçtiğini öne sürenler
-Herşeyi bâtına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait. Bütün yasak ve emirleri inkâr edenler
-Hazret-i Ali'nin öldürülmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldırıldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, “şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!” iddiasında bulunanlar.

-Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah'ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazreti Ali'ye benzetip vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur'anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar
-Hazret-i Ali'yi ilâh kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali'ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler vardır.

Şiilik 3 kısımdır:

Kaynağı insan olan ideolojiler her toplumun kültür, sınır ve bölgesine göre ayrı ayrı aynı başlık altında uygulanabilir teorisinden hareketle Şiilik sayısız kollara ayrılmıştır.
Hak bir batıl ise sayısızdır. Şiilik 45 kollu bir mezheptir.

 1-Galiye: (Gulât-aşırı gidenler) 

Bu şube 15 fırkadır.

Galiye koluna bağlı olanlara göre Hz Ali tanrı'dır ve bulutlar üstünde oturmaktadır. Bir gün yeryüzüne inerek dünyayı düzeltecektir. Gök gürlemesi Hz Ali’nin sesi, yıldırım kamçısıdır. Haram denilen şeylerin, gizli anlamlarında, hepsi helaldır.

Gulat, galiye yahut aşırı şiî fırkalar Sebeiyye, Beyâniyye, Muğiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi fırkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'ın ona hulûl ettiğini iddia ettikleri için mutedil Şîa tarafından İslâm ve Şîa dışı olarak kabul edilmektedir. Kamiliye, ulkaniye, nusayriye, cenasiyye, gurabiyye, rezamiyye, zerrariyye, müteveffiziyye, bedaiyye, benaniyye vs. bununla beraber şiiliğin bütün kolları sıralanmayacak kadar çoktur.

 Alevilik:

“Gulât” kadrosunda en aşırı giden ve sapık kol da yine türlü şubeleriyle Alevîlerdir.
Şiiliğin Gulat kolundan olan Aleviliği, Mutedil ve sınırlara riayetkâr Şiiler kendilerinden saymazlar; hatta bunları “Kıble Ehli” yani mümin kabul etmezler. Hz. Ali’den öncesine dayandırılıp güçlendirmeye çalışılan Alisiz Alevilik toplumda pekte ilgi göremeyince Hz Ali Aleviliğe dahil edildi.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, Aleviliği de sapıklıkların en korkunç halleriyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak. Hazret-i Ali'ye ulûhiyet konduran dallarına kadar belirtir. İmam-ı Rabbani Hazretleri Aleviler için kaleme aldığı bir risalede şöyle buyuruyor:

Bugün Şiilerin en azgın fırkasına Alevi deniliyor. Çoğu, okuma yazma bilmeyen din ve dünya cahilleri dediği alevilere şu hadis ile cevap veriyor:
“Fitneler, bid'atler ortaya çıkıp sahabilerime dil uzatıldığı zaman doğruyu bilenler onu bildirsin! Eğer bildirmezlerse, Allahın, meleklerinin ve insanların laneti bildirmeyenin üstüne olsun! Allah, böyle bilginlerin, ne farz, ne nafile, hiçbir ibadetini kabul etmez!”
Diğer bir hadis’te şöyledir: Ben her günâhın şefaatçısıyım; illâ sahabilerime sövenlere şefaat etmem.

"alevilik" ve öncesinde "kızılbaşlık" alevilerin icat ettiği bir kimliktir.


Tanrı'nın insanda tecelli ettiğini, en üstün insanın da Hz. Ali olduğunu söylerler ve tövbe haşa Hz Aliye Allah ismini yakıştırırlar

Anadolu Aleviliği:

Selçuklularda ve Osmanlılarda "Alevi" sözcüğü yoktur. Ondan önce Kızılbaşlık, Rafizilik, Işık, Taife-i Bektaşiyan, Torlak, Güruhu Naci gibi sayısız isim vardır. Alevi ismi Osmanlının son dönemlerinde ateist bir şekilde yaşayan bazı halkın kendisine verdiği bir isimdir. "Müslüman kimliğe sahip olursak devlet bize birşey yapmaz" mantığının bir ürünüdür, Alevi ismi. Ali yanlısı anlamındadır.

*Şah ismail'in askerlerinin İslami osmanlı ordusuna karşı savaşlarda 12 köşeli kızıl börk  giymeleri üzerine Aleviler kızıl börklü veya kızılbaş olarak nitelendirildiler.

*
Hz Aliye saygi duydukları ama müslümanligin gerektirdigi bazi sartlari reddedmeleri tezattır. Çünkü hz Ali zaten müslümandir ve bütün sartlarina uyulmasi gerektigi görüsündedir.

 * Yusuf Ziya Yörükan’a göre Anadolu Alevîliği isteyerek, şuurlu bir şekilde seçilmiş unsurların bir araya getirilmesi ile meydana gelmiş bir oluşum değildir. Yani ekletik değildir. Çeşitli amaçlarla veya bazı dâilerin özel faaliyetleri sonucunda geleneksel Türk adetlerine eklenmiş, bazen birbirine aykırı unsurlardan meydana gelmiş, sonra da İslamî kisveye büründürülmüş bir senkretizmdir.

 *Alevilikle ilgili ilkelerin Her zaman ve her bölgede aynı olmak zorundadır ilkesi savunulmakta olup, ancak biz kürt alevisiyiz, biz arap alevisiyiz, biz çin alevisiyiz, biz japon alevisiyiz, biz italyan alevisiyiz diyerek herkes kendi kafasına ve çıkarına göre bir alevilik anlayışı çıkarmaktadır.

 *Anadolu’da alevilerin bazısı Aleviliği İslama ve bir etnik yapıya bağlamaya çalışanları kendilerine karşı yapılan bir saygısızlık olarak nitelemekte, aleviliği bir yaşam biçimi olarak görmekte ve İslam dinini reddetmektedirler. 

 *İslamiyet'ten önceki çok tanrılı doğu dinlerinin etkisi altında olan  (Şamanizm, Zerdüşt, Buda, Manihaizm, Taoizm Mazda dini vb) Anadoluda hızlı bir Müslümanlığı isteyerek kabul etme sonunda bu dinlerin öğretilerinin bazılarından geleneklerinden (yüksek tepelere, sulara, ulu ağaçlara, yatırlara kurban kesilir, ip bağlanır, lokma yapılır, ateş yakılır. Ateş yakılan ocaklar kutsal sayılır. Suyu kirletmek günah sayılır, şarabın Orta Anadolu'da kurulmuş Frigya, Lidya medeniyetlerinde olduğu gibi, aynı bölgede gelişen Bektaşilikte de kutsaldır.) bazı halklar vazgeçmemişler bu gününmüz Alevileri de bu gelenekleri sürdürmektedir.

* Aleviler, Hz Ali’yi siyasi manada sevenlerdir.
Bunlar daha önce Münafik ve yahudi dönmeleriydi. İkiyüzlü, sahtekâr, yalanci, karanlik fikirli ve karanlik ruhlu insanlardi. Hz. Ali'ye muhabbet fikrin altinda gercek yüzlerini gizliyorlardi. Müslümanlar arasinda fitne cikartiyor, sürekli sapik fikirler üretiyorlardi. Gayeleri islamiyeti icten yikmak, inanc ve itikadlari sarsmak ve müslümanlari birbirine düsürmekti. Bu grubun islam dünyasinda yapmis oldugu ihanetin boyutlari cok derindir. Bunlar arasinda ciddi bir hedef birligi yoktur; herbiri, ayri bir sebeple hz. Ali'yi taraftarlik gösterirler.

 *Anadolu'da Alevilik dinsel olmaktan çok kendine özgü bir kültür olayı yaşam biçimi olmuştur. Bir kimlik meselesidir. Anadolu Aleviliği’nin İslamiyet ve Ali ile hiçbir alakası yoktur. Günümüzde Anadolu Alevileri içinde, yükselen Sünnilere karşı “laik” devlete destek verme eğilimi de bunu göstermekte Laikliği kendilerini koruyacak bir araç olarak görerek irtica diye yaygaralar çıkarmaktadırlar.

*Anadolu Aleviliği içinde Tunceli de Zerdüştlük ; Bingöl, Muş da Yezidilik ; Tokat, Çorum, Kırşehir, Nevşehir’de Şamanizm etkileri vardır. Tunceli’de, Bingöl’de, Muş’ta, bütün eski yerleşim birimlerinde evlerin kapıları güneşin doğduğu yere dönüktür. Sabah kalkar kalkmaz güneşe karşı dua edilir. Danslı ya da müzikli ayin İslamiyet’te yoktur. Anadolu’daki Zerdüştler’den bazıları İslamiyet’in yayılmaya başladığı dönemde göç ettiler. Kalanlar ise İslamiyet’e entegre olmak için Hz. Ali taraftarı olmak zorunda kalarak Alevilik diye bir yaşam içine girdiler.

Bugün Dersim bölgesinde Kureyşan ocağının cemlerinde çok çarpıcı şekilde eski Zerdüşt gelenekleri vardır. Dersim'de Ateşe, Ocağa saygı büyükdür Aşure kaynayan kazana dedenin kolunu sıyırarak sokması, elleriyle ateşten kor parçalarını alıp ağızlarına alarak siyah kömür olarak çıkarmaları hep Zerdüşt kültürünün etkileridir. Yakın bir zamana kadar köylerde sabah güneşe dönüp dua edilirdi. ve akşam güneş batarken aynı şekilde dua ederlerdi Ayrıca Nevruz geleneği de Zerdüşt kökenli bir inancdır

Tuncelinin kimi yerlerinde defin sırasında mezara ölenin eşyaları da konmaktadır  bu da şamanlıktan gelen bir gelenektir.

Anadolu'da özellikle Dersim'de, Pazarcık'ta Arap Alevilerinde yani Nusayrilerde sabah erkenden güneşe eğilip dua edilir. Ayı görünce "ya Fatma Ana" diyerek kadınların yüzlerini sıvazlamaları eski Mitra yani Zerdüşt inancının, Şaman inancının izleridir. 

Kars'taki Türkmenler Alevidir. Ama aynı Türkmenler Antep Bölgesi'nde Sünnidirler. Bu durum Anadolu Aleviliğinde çoktur. Yavuz döneminde Dulkadiroğulları’nın izlenmesi sonucunda Alevilerin çoğu, Kürtçeyi öğrenip dağ tepelerine gitmişlerdir. Buna karşılık Şah İsmail Bölgesi'nde çoğu Kürt aşiretleri kendi dillerini bırakıp Türkleşmişlerdir. Bu bakımdan Anadolu Aleviliği tek bir etnik gruba ve kültüre bağlanamaz.

 *İslamda kulluk vardır. Alevilikte kulluk yoktur. Çünkü Alevi karşısında oturan, cemde oturan kişiye secde etmektedir. Bazı aleviler ise şiilerin yanında olup, Hz.Ali’ye Anadolu Halklarının belleğinde tutuğu değer özgür birleşik toplum yaratma hevesinde bir başkaldırı öndegideni şeklinde yeni bir kimlik yakıştırarak ona taraftar olmuşlardır. Ancak İslam karşıtı başkaldırılar Ali tarafından acımasızca bastırılmıştır. Bu yönden tezat vardır.

 *Anadolu Aleviliğinin Şiilerle Hz. Ali ve Ehlibeytine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanı yoktur. Alevi İnancına Göre Allah Katında En Değerli İbadet Ahlak Güzelliği Ve Doğruluktur.

 *Kimilerince Anadolu Aleviliğinin öncüsü veya kurucusu Hoca Ahmet Yesevi sayılır. Ancak Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkistan’da kurduğu Yesevilik tarikatı Sünni/Hanefi’dir. Oysa Anadolu Aleviliği Batınidir. Yesevilik kimi Sufi kavram ve uygulamaları Türklere tanıştırmış olabilir. Ancak bu tarikat Sünni İslam çerçevesinde kalmıştır. Dolayısıyla Anadolu Aleviliği ile Yesevilik arasında doğrudan bir bağlantı sözkonusu değildir.

 *Anadolu Aleviliği, bugün Şiilik kavramıyla özdeşleşen Oniki İmamcılık (Caferilik) mezhepinden köklü biçimde farklı bir inanç sistemidir. Caferilik İslam’ın temel kurallarını (Sünnilikten farklı bir yorumla da olsa) benimseyip bir Şii şeriatını uygularken Anadolu Aleviliği şeriatı bir bütün olarak reddeder. Caferilik namaz, oruç, hac, zekat verme şeklindeki İslam’ın şartlarını yerine getirirken Anadolu Aleviliği bunların hiçbirini yerine getirmez. (Muharrem ayında Kerbela için yas uygulaması ortaktır.) Ayrıca Caferilik sıkı bir dinsel-kurumsal örgütlenmeye sahiptir. Anadolu Aleviliğinde ise birbirinden bağımsız pir ocakları sözkonusudur. Anadolu Aleviliği bir tarikat örgütlenmesi de değildir.

 *Alevi ögretisinin temelini insan sevgisi olusturur. Aleviler insanda tanrisal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrinin yeryüzündeki yansimasidir. İnsana gösterilecek sevgi ve saygi yeryüzündeki her türlü ibadetten daha degerlidir. insana deger verilmelidir çünkü insan dünyadaki her seyin yaraticisidir. insan yaratan ve yasatandir. İnsan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduguna inanir. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyisiyle dile getirirler.

*Alevilikte islamiyetten sapma vardır. Bir çok çelişkiler bulunur. çünkü alevi namaz kılmaz, oruç tutmaz, hacca gitmez, zekat vermez. Camiye gitmez ve kurana inanmazlar Alevilik bir inançlar karışımıdır. Hristiyanlık, islam, zerdüştlük, şamanizm v.b. dinlerden birçok öge almıştır.

1-Hristiyanlıkta baba-oğul-kutsal ruh üçlemesi vardır.alevilikte de Allah-Muhammed-Ali üçlemesi vardır.
2-Hristiyanlıkta isa ve 12 havarileri vardır.alevilikte muhammed ve 12 imamlar vardır.
3-şamanizmde ozan(kam, baksı, şaman) kopuz çalar halk dönerdi.alevilikte dede saz çalar halk döner.
4-zerdüştlükte güneş ve ay kutsaldı.alevilikte de kutsaldır.

* Cem : Eski Şaman Türklerinin Ve Zerdüşt Kürtlerinin Yaptıkları Toplumsal Kültürel Bir Toplantı olan Cem, Alevilikte de vardır. Cemlerdeki ikrar ve musahiplik törenlerinde boyuna sucum bağlanması, musahipliğe girenlere kuşak bağlanması Zerdüşti inançlarının devamıdır. Zerdüşti din adamlarının yönetiminde yapılan ayinlerde yoksul-varsıl herkes
katılır, yüz yüze oturulur. Herkes varlığına göre çeşitli yiyecekler getirir, birlikte yenir. Şiir ve müzik eşliğinde dinsel danslar yapılır ve vecd haline (trans, kendinden geçme) girilir. Alevilerin ceminde de aynı özellikler görülür. Alevilerin yaptığı Cem’e kadın-erkek, yaşlı-genç herkes katılır. Dede denen birinin önderliğinde ve bağlama eşliğinde oturulur. Sohbet yapılır. Saz çalınır ve halk döner. Ayrıca Zerdüştilikte görülen, “dara kalkma” (topluluğun önünde işlediği günah ve hatayı itiraf edip af dilemesi) ve “dardan indirme” (ölen kişinin günah ve hatalarının, bir yakını şahsında sorgulanıp affedilmesi) Alevi cemlerinde aynı biçimde uygulanır.  Zerdüştiliğin “iyi düşünülsün, iyi söylensin, iyi iş yapılsın” temel ilkesi Alevilikte biraz değişerek “eline, diline, beline  sahip ol” şeklini almıştır. Gerek Zerdüştilikte, gerekse Alevilikte insanların kaderinin önceden belirlendiği inancı yoktur. İnsanlar doğruyu ve eğriyi ayırt etme yeteneğine ve sorumluluğuna sahiptir. Öte yandan Alevilikte insanları iyiliğe yöneltmekte cehennem korkusu ve cennet vaadinden çok toplumsal denetim (bu dünya) öne çıkmaktadır. Oysa Zerdüştilikte öte dünyadaki cennet-cehennem fikri güçlüdür. Anadolu Alevilerinde içki serbesttir. İnsan yüzüne bakmak Alevilerde ibadetin esası sayılır. Hz. Ali’nin Camii de şehit edilmesini bahane göstererek kendilerininde camii ye gitmemesi gerektiğine inandıran aleviler ''Bizim namazımız kılınmış, orucumuz tutulmuş'' derler. Kuranı kerimin Ebubekir, sonra da Ömer tarafından sahabelerden alınan bilgilerle yazıya geçilmesi sırasında toplanan bazı ayetlerin yok edildiğini, yakıldığını da iddia ederek eldeki Kuran'ın 3. halife Osman zamanında oluşmuş olduğundan  "Kuran'a kalem karıştı" diye ifade ederek Kurana inanmazlar.

*Anadolu Alevilerince ateş, su, güneş ve ay, dağlar  kutsal sayılır. Genel olarak Anadolu’da suların kirletilmesi yasaktır. Yeni doğan çocuklar babaları tarafından havaya kaldırılarak güneşe “gösterilir”; kız çocukları ise güzel olsunlar ve adet günleri düzenli olsun diye ay’a “gösterilir” (Karadeniz Alevileri). Dağlardan yardım istenir. Yüksek dağ doruklarında kurbanlar kesilir. Buralarda ulu kişilerin mezarının olduğuna inanılır. Tek tek iri kayalara da çeşitli hikayeler yakıştırılır ve saygı gösterilir. Zerdüşti etkiler özellikle Kürt Aleviler üzerinde daha belirgindir.

Anadolu Alevileri evin eşiğine saygı gösterir. Cem odasının eşiği öpülür, evlerin eşiğine basılmaz.

Aleviler sık sık evliyalara dua eder, onlardan yardım bekler. Daha çok dağ başlarında bulunan mezarlar kutsanır, topluca ziyaret edilir, orada kurbanlar kesilir. Çevrelerinde semah dönülür. 

Anadolu Alevileri geyikleri, kurtları, ayıları kutsal sayar. Onları vurmaz. Özellikle geyik vurmak uğursuzluk sayılır. Geyik boynuzları evlerin kapısına asılır. Ayılara “kardeş” denir (Karadeniz Alevileri). Cem sırasında köye bir kurtun gelmesinin ve ulumasının cemi kutsadığına inanılır (Kars Türkmenleri). Anadolu’da ata saygıyla bakılır, at için semah yapılır.

*Alevilik bir din değildir. Hiç bir insan sonradan alevi olmamıştır. Herhangi bir dine mensup bir kişinin aleviliğe geçmesi söz konusu olmamıştır. Alevi anne ve babadan doğan çocuk alevi olmuştur.

 * Alevilik zamanla bektaşiliği de içine alarak tarihsel bir hüviyete bürünmüş islamdan uzaklaşmış bir inançlar karışımıdır.

Hz. Ali’nin turna kılığında göründüğüne, Hacı Bektaş’ın Horasan’dan Anadolu’ya güvercin şeklinde geldiğine inanılır. Bu kuşlar kutsal sayılır.Anadolu Alevileri arasında yaşatılan eski Orta Asya kültlerinden biri de tahta kılıçtır. Şamanların evindeki kutsal eşyaların arasında tahta kılıç da vardır. Şamanlar ayin sırasında coşunca bu kılıçla kötü ruhları kovalarlar. Alevi dinsel edebiyatında tahta kılıçla ilgili pek çok hikaye vardır. Rivayete göre Alevi babaları, mürşitleri tahta kılıç kuşanır, bu kılıcın yardımıyla Anadolu’da ve Rumeli’nde kafirleri imana getirir.

Alevi dedelerinin yılda bir veya birkaç kez taliplerini dolaşıp cem yapmasına, “hakkullah” almasına benzer. Törenlerde şamanlar kopuz, dedeler saz çalıp söylerler.  

Anadolu Alevileri cemlerde, ziyaret yerlerinde kurban keserler. Bu kurbanların etleri topluca yenir. Kurban eti (“lokma”) yenmesi kutsallık taşır, törenin bir parçasıdır.

 *Anadolu Aleviliği İslami bir örtüye bürünmesine ve ondan belli ölçülerde etkilenmesine karşın İslam’ın bir kolu, mezhepi değildir. Apayrı bir inanç sistemine, ibadet ve yaşam tarzına sahiptir. Anadolu Aleviliği geniş anlamda “şia” (Ali yanlısı) sayılsa bile, dar anlamıyla “Şii” (Oniki İmamcı/Caferi) değildir.

 *Türkiye’de Kemalist devrim sürecini sahiplenen aleviler, Laiklik ayağıyla devletin üst kademelerinde kadrolaşmış, Sünnilere karşı irtica yaygarası çıkararak, İslam dinine karşı hareket etmektedirler. Devlet politikalarının alevileri yok saydığını, din dersinin kaldırılmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığının İslam dinine hizmet ettiği ve  anti laik kurum olduğunu, devlet bütçesinin de Sünni inançlı olduğunu savunan aleviler, Sünni-Alevi çatışmalarında devlet içinde gizli bir ayrılıkçılık gütmektedirler. Türkiye’yi ateistleştirmeye çalışmaktadırlar.

* Alevilik ile ilgili yaşayış ve bilimum yönleri inceleyen bazı alevilerin aleviliğin uydurma  olduğunu, bir din olmadığını bir fiyasko olduğunu bir boşlukta bulundukları ve İslamla hidayetlenemedikleri için Agnostisizm  (bilinmezcilik) denen
Tanrının ya da tanrıların varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören felsefe akımına tabi olarak ateistleştikleri görülmektedir.  

*Alevilerin İslamiyet için söyledikleri Sapkın Düşünce ve İddialar:

 1-Aleviler Kur’an-ı Kerim’in değiştirildiğinden söz ederek Kur’an’ı Reddederler.

Kuran-ı Kerim’in Önce Hz Ebubekir, sonra Hz.Ömer tarafından bazı ayetlerinin yok edildiğini, yakıldığını, Hz Osman zamanında da değiştirildiğini mesnetsiz olarak iddia ederler. Bir kısmı da Kuran'ı Kerim’i bâtıni yoruma tabi tutup, Kuran'ın ilham kaynağı olması gerektiğine inanırlar. Bu nedenle de Hz. Ali'yi "Konuşan Kuran" olarak değerlendirirler.
Alevilerin Kur’an-ı Kerim’i reddeddikleri halde reddeddikleri namaz, oruç vb ibadetlerin inkârını Kur’an’daki bir kısım ayetleri çarpıtarak ispat etmeye çalışmaları ne denli büyük bir sapıklık ve çelişki içinde olduklarını göstermektedir.
Prens Bismark şöyle söylemektedir.
 "Muhtelif devirlerde, insanlığı idare etmek için Allah'tan geldiği iddia olunan bütün semai;Kitapları etrafıyla tetkik ettimse de, bozuldukları için aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Lâkin Muhammedi'lerin Kur'ân'ı bundan müstesnadır. Ben Kur'ân'ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedlerin düşmanları, bu kitabın Muhammed (s.a.) 'in eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hatta en gelişmiş bir beyinden böyle hakikatin çıktığını iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder. Bu da ilim ve hikmetlerle, bağdaştırılamaz, kabili te'lif değildir. Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammedi. Muallimi ve naşiri bulunduğun bu kitap senin değildir; O ilâhidir. Bu kitabın Allah'tan olduğunu inkâr etmek müspet ilimlerin batıl olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür"

Bernard Shaw ise:

"Hayat âleminin değişen devrelerine göre uyum kabiliyeti olan ve her devre hitap edecek güçte bulunan tek din İslâmiyettir. Ben, müslümanlığın yarın ki Avrupa için kabule değer olacağını söylemiştim. Nasıl ki, bugünkü Avrupa'nın kabule değer bulduğunu öğrenmeye başladık. Daha şimdiden benim milletimden ve öteki Avrupalılardan birçok kişiler Hz. Muhammed (s.a.v)'in dinine girmiş bulunuyorlar Bu suretle Avrupa'nın, İslâmlaşmaya başlamış olduğunu söyleyebilirim. 1900 milâdı asrının bitmesinden evvel bütün Britanya İmparatorluğunun Muhammed (s.a.v)'in dinini kabul edeceğini sanıyorum"diyor.
2-Aleviler İslamın 5 şartı İnkâr ederler.

3-Aleviler Kur’anın öngördüğü Namazı İnkâr ederler.
Aleviler Kuran'da 5 vakit namaz kılmanın ne sayısı, ne şekli, ne de yeri olmadığına inanırlar. Namazın bu biçimde ve 5 vakit kılınmasının islama Emeviler ve Abbasiler zamanında konan kurallardan biri olduğuna inanırlar. Şiilerin namazı 5 değil de 3 vakit kılmalarını da şiilerin oluşturduğu bir kural olarak değerlendirirler.
ibadetin biçimi ile ilgili olarak Ali imran Suresi 191. Ayeti gösterirler."Onlar ki, ayakta iken, otururken, yatarken Allah'ı anarlar" şeklinde olduğunu anımsatarak ibadetin bazı kurallara bağlanamayacağını, bunların göstermelik ve şekilcilikten kaynaklandığını iddia ederler. Kuran'da namaz kılınız biçiminde bir ifade de yoktur. Söz konusu olan salat’tır. Salat, namaz değil, Tanrı'yı içten anıp selamlamaktır. Eğer bugünkü anlamda eğilip doğrulma gibi bir namaz biçimi kesin şart olsaydı, bunun Tanrı tarafından biçiminin bildirilmesi gerekirdi. derler.

 

Alevi-Baktaşi inancında, beş vakit namaz yoktur. Alevi-Bektaşi ibadetindeki cemin, erkânında; kıyamın, rükunun ve secdenin olduğunu, Namaz sözünün Kuran’da salât olarak dile getirildiğini, Salât, kulun Allah’a takva yoluyla yönelişi olduğunu, Bu yönelişin, Alevi-Bektaşi geleneğinde niyaz ile yapıldığını. Bu yönelişin, tamamen kulun kendi iradesine göre yapılan bir teslimiyet hali olduğunu ve bunun için de bir mabet veya camiye gerek duyulmadığını, her yerin bir ibadet yeri olduğunu söylerler.

Namaz, Kuran’ın pek çok ayetinde “salât” olarak geçer. Salât, aynı zamanda salavâttır. Salavât, ibadet olarak alındığı gibi, aynı zamanda Hz. Muhammed’e ve onun Ehl-i Beyt’ine okunan duadır. Aleviler Salâvatı, dua ve ibadet olarak kabul ederler. Alevililerin Aleviliğe göre, Sünnilerin Sünniliğe göre ibadet biçimleri vardır. Sünnilikteki namaz’ın karşılığı, Alevilikte niyaz’dır. Yani, Sünni’nin namazı, Alevilerin de niyazı vardır. Namaz  da , niyaz da dua’dır, ibadettir. Derler.

Bu düşünce ve sözde ispat bile Aleviliğin ne derece sapıklık ta olduğunu göstermektedir. İster şiiler gibi 3 vakit olsun, isterde ehl-i sünnet gibi 5 vakit olsun namaz Kur’an da farz kılınmıştır ve islamın 5 şartından biridir. Hz Ali’de Camide namaz kılardı. Ki Hz. Ali de Camide namaz kılarken şehit edildi. Bu da alevilerin de namaz kılmayacağı namazı inkâr etmesi anlamına kesinlikle gelmemektedir. Alevilerin Namazın yeri, şekli ve sayısı konusundaki iddiaları da Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de inkâr ettiklerini göstermektedir. Oysa bu konular peygamberimizin sünnetlerinde bellidir. Burada Kur’an’ı kabul etmedikleri halde namaz kılmanın inkârını Kur’an ayetlerini çarpıtarak ispata yeltendikleri de görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de namazın yanında niyaz ve zikir de vardır. Kur’an’dan istediğini alıp, istemediğini inkâr eden bir düşünce insanın nefsi ve hevai duygularına işarettir ve küfürdür.

4-Aleviler Kur’anın öngördüğü Oruçu İnkâr ederler.

Aleviler 30 gün orucun da Kuran'da olmadığını söylerler. Orucun süresi, ne de ibadetin biçimi ve sayısı Kuran'da yoktur derler. Alevilerin orucun  şekli ve sayısı konusundaki iddiaları da Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de inkâr ettiklerini göstermektedir. Oysa bu konular peygamberimizin sünnetlerinde bellidir.

5-Aleviler Cami ve Camiye gitmeyi de Reddederler.

 *Alevilikteki sapkınlık alevi şairler arasında da kendini göstermektedir:

Abdesttimiz katlanmak.
Namazımız sabretmek.

Biz bir oruç tutarız.

Ramazana benzemez.

Kitabımız da kıl var.
Dağlar kadar görünür.

Biz bir ayet okuruz.

Bir Kur’an’a benzemez.

                         Nesimi

Zühd ü riya ile olan ibadet 
Hatadır Hz. Settar'a karşı
Böyle namaz ile olamaz ümmet
Hiç kimse Ahmet-i Muhtar'a karşı

Tarikatsız mü'min olamaz kimse
Nur'u nübüvvetle dolamaz kimse
Hakk'ı Peygamber'i bulamaz kimse
Yatup kalkmak ile duvara karşı

Allah gözlerine çekmiş bir perde
Yok dersin Allah'ı gökde ve yerde
Gösterelim gelde gör Hakk'ı nerde
Secde edersin Didar'a karşı"

                                         Harabi

Gafil kaldır gönlündeki gümanı 
Bu mülkün sahibi Ali değil mi?

Yaratmıştır onsekizbin âlemi

Irızkları veren Ali değil mi?


Ali ismi dört kitapta okunur,

Lâ ilâhe illâ Ali yazılı,

Zikr edenler ezazilden sakınır

Lâ ilâhe illâ Ali yazılı.

                          Kul Himmet          

2-Rafızilik: (İlk iki Halifeyi reddedenler)

Bu şube de 24 fırkadır imamiye adını da taşır. Bunlara özel olarak rafızi de denilmektedir. Bu terim, arapçada terketmek anlamındaki rafaza sözcüğünden türetilmiştir. rafızilik, genel olarak bütün Şiileri adlandırır ve ebu bekir'le ömer'in imamlıklarını yadsımayan başkanları terkedenler anlamındadır.

Hadis: Öbürlerinden farklı olarak sahabiliğinin inkârı küfre varıcı, nebilerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebubekir'i kötülemeye kadar giden Rafızilik hakkındaki hadis:
“-Son zamanlarda Rafızi diye isimlendirilen bir topluluk türer. Bunlar İslâm'ı terkederler. Onları öldürün, çünkü şirktedirler!”
Hazret-i Ali'ye hitap eden bir hadis daha:

“- Benden sonra bir topluluk gelir. Onlara Rafızi ismi verilir. Sen onlara yetişirsen, ya Ali, onları yaşatma! Onlar müşriktir!”
Hazret-i Ali buyuruyor:

- Bu emir üzerine sordum: Alâmetleri nedir, ey Allahın Resulü? Dediler ki. “Sende olmayan şeylerle seni medh ve sena edecekler ve evvelkileri kötüleyecekler!”
Rafızîlik, Ebubekir ile Ömer'in halifeliklerini kabul etmeyen Şiilik koludur. VII. yy. ortalarında yahudi asıllı İbni Sebe tarafından ayrılıkçı olarak kurulan, halife Ali ve evlâdına aşırı ölçüde bağlanan, sünni mezhepinin bütün görüşlerine karşı çıkan bir inançtır. Genellikle Şii mezhepinin fırkalarından biri sayılır. Hz. Muhammed'in ölümünden sonra ortaya çıkan halifelik meselesi Müslümanlar arasında birtakım anlaşmazlıkların doğmasına yol açtı. Bazısı Ali'nin halife olması gerektiğini, Hz. Muhammed'in sağlığında onu kendisine halife olarak seçtiğini ileri sürdü. Müslümanların çoğu, özellikle Ebubekir'i tutanlar bu görüşe karşı çıktıkları için Ali halife olamadı. Halifelik makamına sırayla Ebubekir, Ömer ve Osman geçti. Ali, ancak onların ölümünden sonra halife olabildi. Bu yüzden, anlaşmazlık büyüdü.

Ali'yi tutanlar Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye'ye karşı direnişe geçtiler. Halifelik konusundaki anlaşmazlığı din anlayışına bağlayan İbni Sebe sonradan

 Rafızilik diye anılan görüşlerini üç noktada topladı:

1. Hz. Muhammed bir peygamber olduğuna göre ölmemiştir. O da İsa peygamber gibi günün birinde tekrar yeryüzüne gelecektir. Buna inanmayanlar, Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayamayanlardır.

Kur'an’ın biri zahiri (görünüşte), biri de batıni (içrek) olmak üzere iki anlamı vardır. Onun görünüşteki anlamına bağlananlar, özünü bilmedikleri için, bu gerçeği anlayamamışlardır. Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye, Ali'nin hakkını yediler. Hz. Muhammed'in yolundan ayrıldılar. Ali ölmedi, tekrar dünyaya dönecek, insanlara adalet dağıtacak, Allah'ın yolunu gösterecektir;

 2. Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Muhammed'in vasisi de Ebu Talib'in oğlu Ali'dir.

Hz. Muhammed'den sonra Müslümanların başına geçmek, onları yönetmek görevi Ali'nindir. İmamlık hakkını Ali'nin elinden alanlar, İslam dinine göre büyük zalimlerdir. Ali'nin hakkını ilk defa inkâr eden Ebubekir, sonra sıra ile Ömer, Osman ve Muaviye'dir;

 3. Allah, Ali ve evlâdında görünüş alanına çıktı. Onların özünde Allah'ın bir cüz'ü saklıdır (hulul). Bu yüzden Ali, belli bir anlamda Allah'dır. Allah, Ali'nin kişiliğinde göründü, onun dilinden konuştu, öyleyse Ali'ye inanmak Allah'a iman etmek; Allah'a inanmak Ali'ye iman etmektir.

 İbni Sebe'nin bu düşünceleri kısa bir süre içinde geniş bir çevreye yayıldı, özellikle İranlılar tarafından kolaylıkla benimsendi. Bu inanca bağlananların kimi Ali'yi bir ilâh, kimi de Nebiyyi nâtık (konuşan peygamber, yeniden ortaya çıkan bir resul) olarak kabul ettiler. Her iki görüşe göre Ali'ye itaat etmek bir din borcudur, bir tanrısal buyruktur. Ali'ye inanmayan, onun izinden yürümeyen Müslüman değildir, din açısından suçludur. Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı İbn-i Sebe, Hz Ali'ye haşa ilah gözüyle baktığı ve bunu dile getirdiği Hz Ali’nin de buna karşı büyük tepki gösterdiği ve sert konuşmaları üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtığı ve fitne tohumlarını her tarafa serpmeye koyulduğu ve İslamda ilk ciddi ayrılığa neden olduğu Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta kâinatın efendisine takdim etme dalâletini tohumlandırmış oldu.

 Rafıziliğe göre Kur'an, görünüş bakımından bir kabuktur; gerçek, bu kabuğun içinde gizlidir. Namaz, zekât gibi din görevlerinin amacı Hz. Muhammed ile Ali'yi sevmektir. Hz. Muhammed ile Ali'yi candan sevenler namaz kılmış, zekât vermiş sayılır. İslâm dininde muharremat adı verilen yasaklar Ebubekir ile Ömer'in yolundan gitmek, hatmiye mezhepinden olanlara karşı çıkmak, direnmek demektir.

Rafızilik İslam birliğini parçalamak için ortaya atılan siyasi bir görüştür.

Râfızîler, tarihte her zaman, dördüncü halife Ali ve Peygamber'in amcası Abbas'ın torunlarının birinin etrafında toplanıp çeşitli fırkalara ayrıldılar. İmam Zeynel Abidin vefat edince, birçoğu imamın oğlu Zeyd'in etrafında toplandı. Emevi Devleti'nin Irak valisi olan Sakifli Yusuf oğlu el-Haccac ile harp etmeye giderken bir kısmı Zeyd'den ayrıldı. Ayrılanlar, Zeyd'e; "Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekir'e ve Hattab oğlu Ömer'e düşman ol!" demişti. Bunun üzerine Zeyd; "Büyük dedem olan Resulullah'ın sevdiği kimselere düşmanlık edemem." dedi. Bunun üzerine Zeyd'i terketmek için bahane bulmuş oldular. Zeyd bunlara "Rafaztumunî! (Beni terkedin!)" dedi. Bunun üzerine onu terkettiler ve terkedenler anlamında Rafiziler olarak bilindiler. Rafiziler, Peygamber'den sonra hilafetin 12 imamın hakkı olduğunu savunan gruplardandır.

Rafizilik birden fazla isimle tanınmaktadır. Bunların başında da Şia ve kolları gelmektedir.

Şia'nın en yaygın kolu olan İmamiyye fırkası, inançlarının temeline "imam" anlayışını koymaları yönüyle İmamiyye adıyla tanınırken:

On iki İmama inanmaları ve onları esas almaları yönüyle İsnâ Aşeriyye;

On iki imamdan yedincisi olan Cafer-i Sadık'ı amelde ve itikatta esas almalarından dolayı da Caferiyye olarak bilinmektedirler.

Rafizilik Fırkası da bunun örneklerinden birisidir. Bu fırkaya bu ismin verilmesi ve böyle bir fırkanın varlığı konusunda bazı farklı görüşlere rastlanmaktadır.

 Rafizilik ismi, bazı müelliflere göre Şiiler için kullanılan isimlerden birisidir. Ebû Hasan el-Eşarî'ye göre, Rafizilik, İmamiyye'nin başka bir adıdır. Zira O, Rafiziliği Zeydiler ve Gulat fırkalarıyla birlikte Şia'nın üç fırkasından birisi olarak göstermektedir. el-Eşarî bu ismin verilmesine sebep olarak da, Zeyd b. Ali'nin terk edilmesi olayını göstermektedir Malati de, Rafıza kelimesinin İmâmiyye ile aynı fırkaya işaret ettiğini belirtmekle beraber, Rafizileri, Zeydiyye'nin onsekiz fırkasının sonuncusu olarak saymaktadır (Mezhepler tarihinde önemli bir kaynak olarak bilinen el-Fark Beynel-Fırak'ın Müellifi Abdulkahir Bağdadi ise, Zeydiyye, İmamiyye ve Keysaniyye fırkalarını ve kollarını "Ravafız" başlığında ele almakta, yani bu üç fırkayı Rafizilerden saymaktadır. Bu tasnife göre Rafizilik bir anlamda Şiilik ile aynı fırka olarak görülmektedir. Zira, Bağdadi, eserinin tasnifinde "Ravafız" başlığının dışında ayrıca Şiilik ayrımına gitmemekte ve diğer Şii fırkalarını bu başlık altında ele almaktadır Bu fırkaya Rafizilik isminin verilmesi ile ilgili olarak gösterilen olaya gelince;

Bilindiği üzere, Emevilere karşı Ehli Beyt adına ilk ayaklanmayı yapan Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd b. Ali (80-122/699-740) dir. Zeyd b. Ali, Ehl-i Beyt içinde gerçekten bilgili ve fakih bir zât idi. Devrin ileri gelen müslümanları gibi o da, Emeviler'in kötü idaresinden ve zulümlerinden şikayetçi idi. Sadece şikayetçi olmaktan öte, aynı zamanda bu durumu devrin hükümdarı olan Hişam b. Abdilmelik'e açıkça söyleyen birisiydi. Fakat ne yazık ki bu ikazları fazla etkili olmuyordu.

Bu pasif ikazlarının etkili olmaması üzerine Zeyd b. Ali, Kufe'ye geçer ve Emevî hükümdarına isyan için zemin hazırlamaya başlar. Halkın nabzını yoklar, kardeşi Ebû Cafer Muhammed el-Bakır ile istişare eder. O kendisine, Kufelilere güvenilemeyeceğini söylerse de, onu dinlemez. Kufe'de kendisine bey'at eden onbeş bin kişi ile birlikte zamanın Kufe-Basra valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi (127/744) ye karşı H. 122/M. 740 yılında ayaklanır.

Savaş devam ederken ve Zeyd b. Ali'nin üstünlüğü söz konusu iken, Hişam'ın casusları, Zeyd b. Ali'nin taraftarlarını o gün için güncel ve hassas olan bazı konularda tereddüde düşürürler. Bir taraftan eğer bu hareket devam ederse Hişam'ın Küfe halkının bütün mallarına el koyacağı sözünü yayarken, diğer taraftan da Zeyd b. Ali'den Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hakkında görüşünü sormasını isterler. Bunun üzerine, onlardan bir grup, Zeyd'e gelerek, "Gerçek şu ki, biz düşmanlarına karşı, sana, atan Ali b. Ebî Talib'e haksızlık eden Ebû Bekir ve Ömer hakkında görüşünü söyledikten sonra yardım edeceğiz" derler. Bu soru karşısında Zeyd, "Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem ve babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey söylediğini işitmedim. Ben, atam Hüseyin'i öldüren ve el-Harra gününde Medine'ye saldıran, sonra da Allah'ın evini (Kabe) mancınıkla taşa tutup ateşe veren Ümeyye oğullarına karşı ayaklandım" der. Bu cevap üzerine onlar, Zeyd'i terkederler. O da, onlara, "Beni bırakıp kaçtınız, terkettiniz" der. Bunun Arapçasında "Râfaztumunî" ifadesi geçmektedir. İşte bundan dolayı bunlara o günden beri "Rafızî" denmiştir. Sonuç olarak Zeyd'in yanında çok az sayıda insan kalmıştır. Zeyd ve çok az sayıdaki arkadaşları son nefeslerine kadar çarpışırlar. Zeyd şehit edilir. Sonra cesedi kabrinden çıkarılarak asılır ve daha sonra da yakılır İşte burada sözü edilen Rafizilik fırkasının ismi ve ortaya çıkışı bu olay ile başlamıştır. Bu olaydan sonra Kufeliler vefasızlık ve cimrilikle vasıflandırılmıştır. O kadar ki, bu iki hususla ilgili olarak onlar hakkında "Kufeli'den daha cimri, Kufeli'den daha hain ve vefasız" deyimi söylenir olmuştur

Buna göre Rafizilik ismi, Şii olarak kabul edilen kimseler için yanlış olarak kullanılmış bir tabir şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Zira, bu isimde hiç bir müstakil fırkaya rastlayamıyoruz. Bu tabir Şii fırkalarının hiç birisi için müstakil olarak kullanılmamıştır. Yukarıda da izah edildiği üzere, böyle bir durum sadece bu isim için söz konusu olmuş değildir. Aynı durum, İmamiyye'nin diğer isimleri için de geçerli olmuştur. Bu durumun başka örneklerini de görmek mümkündür. Esas itibariyle önemli olan, fırkaların temel esaslar üzerindeki görüşleridir. İsimler de zaten kabul edilen görüşler paralelinde verilen birer tabirdir. Çeşitli görüşlere göre bazen farklı isimler almışlardır. Bunlar arasında da en meşhur ve yaygın olanı o fırkaya has bir isim olarak yaygınlaşmıştır. Ancak şurası da bir gerçektir ki; "Rafizilik" ismi, her ne kadar Şia'nın kendisi veya kolları için kullanılmış olsa da, fazla yaygın değildir. Zira, biraz önce anlatılan olayda da görüldüğü üzere, bu ismin onlara verilmesi pek hoş bir olaydan sonra olmamıştır. Dolayısıyla fırkalar tarihinde olumlu bir kanaat da izhar etmemektedir. Bu bakımdan fazla yaygın olmadığını da söylemek mümkündür. imamiye tarikatından üç kol türemiştir: Şeyhiye, keşfiye, isna aşeriyye

3-Zeydiye: (Râfızaya karşı çıkanlar)

Bunlar da 6 fırka. Üçüncü büyük kolu, Hz Ali'nin torunu ve İmam zeynelabidin'in oğlu zeyd'in kurduğu zeydiye tarikatıdır. bu anlayışa göre imamlık, fatma'nın soyuna özgüdür. fatma'nın soyundan gelen fatımiler x. yüzyılda güçlü bir imparatorluk kurmayı başarmışlardır. Aşırı bir Şiî mezhepi olan İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi. Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhepi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Suriye'nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah Fatimîler Devletini kurmayı başardı. Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın ölümü ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrılmıştır zeydiye tarikatından şu kollar türemiştir: garudiyye, süleymaniyye, salihiyye
 Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Allah, Hz. Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek 23 sene süreyle Allah'ın dinin neşretmiştir. Hz. Peygamber'in inanç ve amel yönünden 23 sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber'in neslinden olması gereklidir. İmamların ilki Hz Ali'dir. O, sadece Hz. Peygamber'in yakını ve damadı olduğu için değil Allah'ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtıma'dan olan neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. İmamların tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından gerçekleştirilir. İmamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onların sözlerine itimad edilemez.

Bu İmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan İmamiyye yahut İsnaaşeriyye tarafından benimsenen hususlardır.

 İmamet konusunda en mutedil davranan Şiî mezhepi Zeydiyye'dir. Onlar yukarıda belirtildiği gibi, imamın Hz. Peygamber'in kızı Fatıma neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler. İmamın vasfen tayin edilmesi gereği üzerinde duran bu fırkaya göre, Hz. Fatıma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olması gereken imam, kendini izhar edip imamlığını ilan etmelidir. Takıyye veya mestur imam düşüncesi Zeydiyye'de mevcut değildir.

Batıniler (İsmailiyye Fırkası):

İslâm anlayışında en büyük yaradır. Sünnet Ehli caddesinin başlıca sapık koludur. Meymun bin Deydan ve oğlu Abdullah isimli 2 İranlı, Fars medeniyetini yuttuğu bahanesiyle İslam dinine ve  bayraktarları olan Araplara duydukları hınçla harekete geçip gizli cemiyet kurdular. İslâmı yıkma metodu olarak da “Bâtıniyye” ismi altında Kur'ân ve hadisleri keyflerine göre te'vil ve tefsir ederek her şeyi güya iç hakikate, bâtına bağlamak yolunu tuttular.  Kendilerini Peygamber soyundan göstererek Ehl-i Beyte zulüm yapıldığını dillerine dolayarak cahil halkı kazandılar Cafer Es'Sadık'ın oğlu İsmaili tanıdılar ve böylece “İsmailiyye” koluna da zemin açtılar. “İsmail'in oğlu ölmedi veya öldü; bir gün yeni bir şeriatle meydana çıkacak veya dünya onun neslinden gelen imamlardan boş kalmayacak!” diyerek bölündüler, her bölüm dallandı ve her dal şubelendi ve bu facia, kâh kurutulacak, kâh yeniden yeşerecek şekilde yürüdü, gitti. Şiilikten itibaren de bütün bâtıl inanış ve görüşlerle münasebet halinde şurada veya burada, şu türlü veya bu türlü mezhepleşme seciyesini elden bırakmadı.

*Batınîler Irak’ta ortaya çıkmıştır. Bilâhare, Hindistan, Pakistan, İran ve Afrika’nın bazı bölgelerinde tutunmuştur. Bu mezhep sahiplerince din perdesi altında saltanat yolu açılmaya çalışılmış ve sonunda İbn-i Meymun’un torunlarından Ubeydullah isimli birinin başkanlığında bir devlet kurulmuş ve bu devlet bilâhare Şam’dan Fas’a kadar genişleyerek İmparatorluk haline gelmiştir. 270 sene hüküm sürdükten sonra, hicri 567 senesinde yıkılmıştır.

Bu mezhep, İslâmiyet’ten önce yayılan ve halkın malını, sahip olduğu her şeyini, hattâ kadınlarını dahi ortak kabul eden, sözde eşitliği ve genel barışı uygulama iddiasında olan Mezdek isimli bir sapığın ortaya attığı fikirlerden çokça etkilenmiştir.

Kendi mezheplerinin imamlarını başkalarından ayrı olarak ilâhi feyze mazhar kabul ederler. Onlara göre, imamları masumdur, hata yapmaz, günah işlemez, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Zira, imamlar, başkalarının bilmediği şeyleri bilirler.

Esasen, İsmailiyye mezhebine yukarda sıraladığımız asılsız inançları sokan, 9. asır başlarında bu tarikata kasıtlı ve siyasî amaçlarla giren Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Meymun’dur. Onun İsmailiyye mezhebini seçmesi sebepsiz değildir. Diyebiliriz ki, Yahudi Hahambaşı Abdullah İbn-i Sebe’nin İslâmiyet’e vurduğu darbenin bir benzerini, bu, yani Abdullah İbn-i Meymun vurmuştur. Nasıl ki, İbn-i Sebe, Hz. Ali (ra.) ve oğullarını istismar ederek fitneyi ateşlendirmişse, İbn-i Meymun da, Evlâd-ı Resul olan Ca’fer-i Sâdık ve oğlu İsmail’i istismar ederek, maalesef, sapık fikirlerini çok değişik perdeler altında yayabilmiştir. Tarihte, kan dökücülükte eşine nadir rastlanan İbn-i Meymun, neticede nice Müslümanların dinden çıkmalarına da Sebep olmuştur.

İbn-i Meymun, bu tarikatı gizli ve siyasî bir cemiyet ve komite haline getirdi. Zerdüşt Dininin yedi prensibini örnek olarak, kendi tarikatına giren sofileri yedi dereceye ayırdı. Tarikatın piri olarak kendisi de yedinci dereceye oturdu ki, bu mertebe-hâşâ-Allah’tan doğrudan doğruya emirler olan “İmamlık” makamıydı. Bu makamda bulunan imam, o kadar salâhiyetliydi ki, helâli haram, haramı da helâl yapabilirdi. Ona mubah olmayan hiçbir şey yoktu.

Bu tarikatta ileri gidenler zamanla kendileri ibadetten istinkâf ettikleri gibi, başkalarını da ibadetten uzaklaştırdılar ve sonunda onların dinden çıkmalarına Sebep oldular. Hattâ Cennet ve Cehennemin bu dünyada olduğunu, insanın zevk ü safa içinde, keyfince bir hayat yaşaması lâzım geldiğini ileri sürerek ahireti inkâr ettiler ve ettirdiler.

Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkâr bu fırka olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikatta, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca sükûn ve huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan Hasan Sabbah ve onun cennet fedaileri gelmektedir.

Hasan Sabbah Şiâ’nın Bâtıniye koluna mensup olup, Şiâ hareketinin gelmiş geçmiş en büyük bozguncularından biridir. Asya’da ilk defa kelimenin tam anlamı ile anarşizmi o kurumsallaştırmıştır. Alamut Kalesi’nde sistematik bir biçimde her türlü terör hareketlerini plânlamış, uygulama sahasına koymuştur.

Hasan Sabbah, “Selçuklu İmparatorluğu”nun imansız bir düşmanı idi. Amacı, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak, Şiâ fikriyatının gelişmesine engel olan bu güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini gerçekleştirmek için “Cennet tasvirlerine uygun” bir bahçe inşâ ettirdi. Bu bahçede göz kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde özel yetiştirilmiş şarkıcılar, Cennet hûrilerini andırır genç kızlar vardı.

Hasan Sabbah’ın adamları değişik bölgelerden yaşlarında cesaretli, atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi’ne getirirlerdi. Bu gençlere önce Cennet ve Cennet’in zevk ve eğlenceleri anlatılırdı. Sonra bu gençler uyuşturucu maddeler ile uyutulur “Cennet bahçesine” indirilirdi. Orada ayılan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem köşkler, huri gibi kızlar, rengârenk çiçekler, meyve bahçeleri görünce, Hasan Sabbah’ın müjdelediği Cennete girdiklerine gerçekten inanırlardı. Günleri zevk ve safa ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar uyuşturucu ile uyutulur ve cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu gençlerin en büyük arzuları, Hasan Sabbah’ın bu Cennet bahçesine tekrar girebilmek olurdu. Şeyhü’l-Cebel Hasan Sabah bu dessas plânı ile birtakım gençleri kendine bağlamış, onları kendisinin “intihar timleri” haline getirmişti.

Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah bir kimseyi öldürtmek istediği zaman, bu gençlerden birisini çağırır, “Git filân kimseyi öldür, bu işi başarır gelirsen seni Cennete gönderirim. Eğer ölürsen meleklerimi gönderir seni Cennete aldırırım.” derdi. Böylece Cennet aşkı ile yanıp tutuşan bu gençler, şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine getirir, istenen adamı ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi.

Hasan Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi’nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran Şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslüman’ın kanına girdiler. Sosyal huzuru kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri, Nizâmülmülk’ü şehit ettiler. Şiîlerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakihler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.


Başlıca kollar:
Müslimiyye, Hurremiyye, Bâbekiyye, Mâziyariyye, Mukannâiyye, Nusayriyye, Dürüzziyye (Dürzülük), Haşşaşiyye, Sabbâhiyye (Hasan Sabbah), Talimiyye, Fidaviyye,
Hepsine göre : Her şey helâl, haram diye bir şey yok; ve hükümler zahirde değil, bâtındadır.

Hurufilik;

Harf ve hecelerin sayımından mânalar çıkarmak ve bunları hususiyle Tevhid Kelimesi gibi mukaddes ibarelere ve Kur'ân âyetlerine bağlamak ve hayal almaz nispetlere götürmek hep bunların eseridir.

*Fâtımiler (Mısır)
Şii Hasan Sabbah tarafından doğrudan doğruya Ismailiye, bir ismiyle de Bâtıniye şubesidir.
“-Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir bâtını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş bâtındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar sadece meşakkat ve eziyet mevzuudur. Bâtına bağlananlar ise murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helâldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi'dir ve gelecektir. Allah ne vardır, ne yoktur, ne âlim ve ne câhildir, ne kudretli ve ne âcizdir!”

Mutezile:
Mutezile kopup ayrılanlar” manasınadır.
“Sünnet ve Cemaat Ehli” yolunda iç ve dış ilimlerinin üstün şahsiyetlerinden Hasan Basri Hazretlerinin talebesi olan samimiyetsiz Vâsıl bin Atâ,  Haricilere kendisini “müşrik” tanıtarak kurtulmuş ve Hasan Basri Hazretlerinden ayrılmış bir şahıstır.

- Büyük günah işleyenler “El'menzile beynel'menzileteyn-iki durak arası” yerde... Yani ne mümin, ne kâfir; sadece fâsık... Tövbesiz ölürse cehenneme gider. Fakat cezası kâfirinkinden hafif olur.
-Vâsıl bin Atâ “hatâ”nın, imana bağlı viraj noktasını dönemediği için en büyüğü içindedir: Kuru mantık hercümercine giriftar bu şahıs bütün tâbileriyle beraber, imanın, ne ibadetle yerini bulacağı, ne de günahla yerinden olacağı, ayrı ve müstakil bir bütün olduğu ve bunlarla ancak parlaklık veya donukluk kazanacağı yolundaki “Sünnet Ehli” anlayışından yoksundur.

Vâsıl ve bir iki arkadaşı tarafından benimsenen ters görüşler tez zamanda zümreleşti ve fırkalaştı. Her zaman olduğu gibi 20'yi aşkın bölüme ayrıldılar ve topyekûn şu prensipler üzerinde birleştiler:

1. Büyük günah işleyenler ne mümin, ne kâfirdir, iddiası
2. Allah'ın zatını “kadîm-ezeli” kabul edip sıfatlarını kadim ve ezelî kabul etmeme zihniyeti...
3. Kul, kendi fiilinin hâliki, yaratıcısıdır, hükmü...
4. Ceza ve mükâfatı Allah üzerine vacip bilme ve böylece Allah'ı kayd altına alma düşünüşü...
5. İkinci maddeye bağlı olarak Kur'ânı, İlâhi emirler ve yasakları hep mahluk bilme ve zattan başka her tecelliyi red ve nefyetme görüşü...

 

 

 





Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol